
İlk haberleri çıktığından beri Joker’i merkezine alan bir solo filmin heyecanı çizgi roman sevenleri arasında arttıkça artmıştı. Venedik film festivali tarihinde ilk defa çizgi roman uyarlaması süper kahraman filminin altın aslan alması çok büyük sükse yaratmıştı. Bu ödül ile çizgi roman filmi seven ‘geek’lere ek olarak festival filmi sevenler için de büyük bir ‘hype’ yaratmış oldu. Ve nihayetinde merakla beklenen o an geldi ve Joker filmi vizyona girdi.
Malumunuz Joker, sadece süper kahraman filmleri janrının değil, bu janrı sevmeyenlerin bile merakla takip ettiği bir karakter. Belki de tüm çizgi roman dünyasının en sevilen(!) ‘villain’i. Hatta bazı görüşlere göre özellikle bu filmiyle çıktığı koşullara göre takındığı tavırların altında yatan psikolojik ve ekonomik etkenlere bakacak olursak bir ‘villain’den çok sanki bir ‘anti-kahraman’ da denilebilir.
Bir filmin kötüsü ne kadar iyiyse, film de o kadar iyidir diye bir söz vardır. Filmleriyle, animasyon dizileriyle, çizgi romanlarıyla tüm ‘Batman’ külliyatının bu kadar tutmasının en büyük sebebi kesinlikle Joker’dir. Joker’in kötülük kavramı üzerinden yaratmış olduğu persona, filmlerde karakter çatışmalarının çok yoğun ve oldukça dramatik geçmesine neden olur. Süper kahraman filmlerinin hemen hemen hepsi tek bir dramatik yapı üzerine kurulur. Dünyayı yok etmek isteyen bir kötücül güç ve o karşı aynı güce sahip ama bu gücü insanlığın iyiliği için harcayan ve bunu yaparken kendini de tüketmekten çekinmeyen kahramanın ezeli rekabeti.
Oysa Batman ve Joker ikilisin ilişkisi daha derindir. Bruce Wayne’i Batman olmaya iten ebeveynlerinin öldürülmesinin sebebi Joker’dir. (bazen direkt, bazen de son filmde de olduğu gibi endirekt olarak). Bu travmatik olay sonrası Bruce Wayne’nin kötülerle savaşmak için yarattığı Batman personası, varlıksal olarak devam etmesi için hep suç ve suçluya ihtiyaç duyacaktır. Christopher Nolan’ın The Dark Knight filminde Joker’in Batman’e karşı savaşında en büyük silahı işte buydu. Eğer Joker yok olsa, yani suç ve onu üreten suçlu yok olursa Batman de yok olacaktır bir başka deyişle. Zira ortalıkta bir suç olmazsa, Gotham polisinin de başı sıkışıp bat sign ile kahramanı çağırması gerekmeyecektir. Dark Knight’ta bu durumla ilgili çok mükemmel sahneler vardır. Mesela ilki, Batman batpod ile Joker’in üstüne hızlıca sürerken, Joker “hit me, hit me (vur bana)” diye bağırıyordu ve karşısından çekilmiyordu. Normalde Batman batpod’u ile jokeri çok kolayca ezip öldürebilirdi ama bunu yapmayıp direksiyonu kırıp kaza geçiriyordu. Yine aynı şekilde, filmin sonunda gökdelenin tepesinden aşağıya düşen Joker’i iple kurtarıp(!) ölmesine engel oluyordu.

-Buradan sonrası filme dair spoiler içerir.-
Joker filmi öncesi diğer filmlerde hep bu yapı üzerinden kuruluyordu Batman-Joker ilişkisi. Todd Phillips ise sonradan Joker olacak Arthur Fleck’in hikayesini çok başka bir yere konumlandırıp, hikayeyi tamamen sosyo-ekonomik bir altyapıya kuruyor.
Filmin bir sahnesinde sinema tabelasında görülen Blow Out, Zorro: The Gay Blade filmlerinden anlıyoruz ki, hikaye 81 yılına işaret ediyor. O yıllar Jimmy Carter’ın yerine Ronald Reagan’ın başkan seçildiği yıllar ve Amerikan tarihinde suçun en çok görüldüğü yıllar. Bu suç dalgasının asıl sebebi gelir dağılımındaki eşitsizliklerin toplumda yarattığı öfkenin bir uzantısı. Joker filminde yaratılan Gotham City çok bariz bir şekilde 80’lerin New York’una benzetilmiş. Toplumdaki çürümenin görsel uzantısı olarak, çöpçülerin grevde olduğu ve her tarafta toplanılmamış çöp dağlarının olduğu, sıçanların ve farelerin sokaklarda cirit attığı ‘Kaotik bir New york’ resmedilmiş. Scorsese’nin Taxi Driver’ındaki şehre yakın bir metropol tasviri olduğunu söylemek mümkün.
Böyle bir toplumsal yapıda patlamaya hazır bir toplumun bir kıvılcıma ihtiyacı oluyor ve o kıvılcım Arthur’un 3 Wall Street ‘yuppie’sini kendini korumak isterken öldürmesi ile yangına dönüyor. Bu olay hem Arthur’un kendi içindeki dönüşüm hem de şehirdeki öfke patlamasının fitili oluyor. Halk bu cinayeti fakirlerin zenginlerden öç alması olarak algılıyor ve cinayetin meçhul faalini sahipleniyor. Bu gelişmelerden habersiz Arthur kendi geçmişindeki karanlık zamanları aydınlatmak için Thomas Wayne’e ulaşmaya çalışıyor ve şu anki yaşadığı psikolojik sorunların sebeplerini yavaş yavaş anlamaya başlar. Ve burada kişiliğinde ikinci bir kırılma yaşar ve Joker’e dönüşme süreci tamamlanır. Toplumdaki huzursuzluklarla Arthur’un yaşadığı bu dönüşüm her ne kadar aynı sona gidiyor gibi görünse de tamamen iki ayrı düzlemde görmek gerekir. Zira filmde de Arthur’un dediği gibi kendisi bir politik figür değildir. Dark Knight’da Alfred’in “bazı insanlar sadece dünyanın yandığını seyretmek ister” dediği gibi kendisi sadece şehrin yandığını görmek isteyen tam bir “pure evil”dir.

Burada bir parantez açıp Joaquin Phoenix’den de bahsetmek gerekir. Daha önce Heath Ledger’ın çıtayı arşa çıkardığı Dark Knight’daki performansı üzerine böyle bir rolü kabul etmek her babayiğidin harcı değildir. Hele Suicide Squad’da Jared Leto’nun Ledger’ın gölgesi altında kaldığı çok bariz gözlemlenir. Gerçi Leto’ya da haksızlık etmemek gerekir, film o kadar başarısızdı ki, Leto’nun Joker’i öne çıkaracak, parlatacak dramatik bir gücü yoktu. Joaquin Phoenix tam da bu tür rollerin adamı. Özellikle yirmi küsur kilo vererek geçirdiği fiziksel değişim takdire şayan. Oyunculuklar dışında görüntü yönetmenliğinin, sanat yönetiminin ve müzik kullanımının mükemmel olduğunu belirtmek gerek.
Joker, son yıllarda izlediğim en iyi film diyebilirim. Joker mitinin nasıl oluştuğunu, ayakları yere sağlam basan bir senaryoyu güçlü oyunculuklarla harmanlayıp, mükemmel sanat yönetimi ile perdeye yansıtan Todd Phillips elinde serinin devam filmlerini izlemek isterim açıkçası. Robert Pattinson ile Joaquin Phoenix’in karşılıklı savaşını izlemek kesinlikle keyif verecektir.